minik piçin notları #5



Saat on iki gibi uyandım ikinci uykumdan. Yapacak bir şeyim yoktu... Sabah bayat ekmek kavgası ederken annem "Dün akşam yaptığım poğaçalardan götür üst kattaki yeni komşulara. Kokmuştur, zaten öğrenciymişler yapamazlar yemek." demişti. Elimi yüzümü yıkamadan, mutafaktan annemin sabahtan hazırladığı tabağı alıp çıktım üst kata. Nazikçe vurdum kapıyı önce, sesi duyuramayınca yumrukladım iki-üç-beş defa. Kapının arkasından cılız bir hatun sesi sinirli bir şekilde sordu içerideki ikinci şahışa: "Bu kim ya? Kıracak kapıyı, zili boşuna mı koymuşlar oraya?" Zil? Tabii ya, ben neden düşünemedim ki bunu! Malım ben çünkü, uzanabildiğim halde basmıyorum zile, o kadar da aptalım! Böylelerini atacaksın camdan aşağıya sonra da kanatların vardı neden uçmadın diyeceksin işte. Yosma! İkinci şahıs soruyu cevapsız bırakıp kapıyı açtı. İzledikleri filmin sesleriyle birlikte bir herif çıktı kapıdan. Uzun saçlı, uzun sakallı ve kısa boylu bir adam.

- "Evet kardeşim, kimi aramıştın?" biraz daha kısa olsa göz göze bakışacağız, saçları kendinden uzun neredeyse.
- "Ben alt kat komşunuz Orhan. Annem poğaça yapmış da kokmuştur komşuya da götür dedi. Bir de öğrenciymişsiniz yapamazmışsınız şimdi yemek falan siz."
- "Hadi ya, aslına hiç gerek yoktu ama..." İşte bu gereksiz mütavazılıklardan nefret ediyorum abi ben!
- "İyi madem, ben geri döneyim ozaman" deyip geri dönmeye hazırlanırken tevazunun saçma bir eylem oluduğunu anlamış olacak atladı hemen:
- "E, madem getirdin o kadar, almamak olmaz."

Tam bu esnada "Kimmiş gelen?" diyerekten bir hatun yerleşti bizim tıfılın arkasına. Erkeğin tam tersi uzun, upuzun bir hatun. Nasıl diyeyim; ilik gibi. Tıfıl olan "Komşunun çocuğu canım, annesi poğaça yapmış da, bize de göndermiş." diye açıkladı durumu. Yani sanırım, yani öyle olması daha mantıklı olurdu, yani bilmiyorum. Benim başım aklımdan gitti bir an. Ne diyeceğimi bilemedim. Aklıma gelen ilk şeyi söyledim:

- "Film mi izliyordunuz? Ne izliyorsunuz? Josh Hartnett'ın sesini duydum sanki..."
- "Ha-Ha" Diye bir kahkaha attı Uzun Boy, "Hollywood yıldızlarını da tanıyormuş" diyerekten eğildi bana doğru. Allah kahretsin üstünde asklı bluz var. Allah kahretsin iki göğsü ve kendisiyle beraber üçü de yaklaşıyorlar. Allah kahretsin yanaklarımdan öpüyorlar. Yani göğüsleri değil sadece kendisi öpüyor. Tıfıl olan da mal mal izliyor dördümüzü. Kıskanmıyormuş gibi davran tabii, tıfıl seni...

- "Evet Josh Hartnett'in sesi. Gel istiyorsan sen de izle?"
- "Ben? Evet, gelirim de izlerim de. Film izlmeyi severim ben. Fırsat buldukça izlerim."

Az önce, o yosmalığı yapanın Uzun Boy olduğunu kim düşünebilir ki? Tanımıyordu gerçi daha beni. Neyse işte giriyoruz içeriye. Aslında apartmandaki bütün daireler aynı şekilde tasarlanmış ama burası biraz tuhaf. Salonda iki çekyat, bir halı, bir masa, masanın üstündeki bilgisayar ve bira şişelerinden başka bir şey yok. Çekyatların biri masaya paralel yerleştirilmiş. Tıfıl olan çekyata kuruldu hemen. Uzun Boy da mutfağa doğru yollandı, mutfağa girmeden sordu:

- "Ne içersin canım?"
- "Zaten biram var ya," diye yanıtladı tıfıl, ama aldığı cevapla susup kaldı:
- "Sana demedim be!" Ha-ha! Sen sus tıfıl! Sana mı hitap edecek 'canım' diye? Bana dönüp bir daha sordu Uzun Boy:
- "Ne içersin canım? Bu arada adın ne demiştin sen?"
- "Bira," dedim ameliyat sırasında hemşireden neşter isteyen doktor edasıyla, "adım da Orhan. Hacı adı olduğuna bakma, dedemin adıymış. Benim hacı olduğumdan değil." diye de ekledim.
Bir kahkaha daha koyverdikten sonra konuştu:
- "Ben de Ahsen. De, bira istediğine emin misin? Daha sağlıklı bir şeyler içmen gerekir gibi bir his var içimde." O beni kırmamaya çalışan dillerini yerim ben senin be!
- "Elma suyu var mı?" diye sordum.
- "Maalesef canım ya..."
- "Elma suyu olsaydı votka tercih edebilirdim ama maalesef edemiyorum. Ozaman en iyisi bira, soğuk olsun." Bu sefer ikisi birden güldü.
- "Minik piçe bak yahu" Dedi tıfıl. Minik? Bana? Bana sadece ben minik diyebilirim ulan!
- "Sensin minik! Git de bir aynaya bak, tıfıl!" Sadece Ahsenciğim güldü. Kahkaha atarak mutfağa girip saniyeler içinde elinde iki bira bir de çay bardağıyla çıktı.
- "Şuna bak yahu" dedi tıfıl, "piç dememe değil de minik dememe kızdı."
- "Peki, benim piç kelimesine kızmamış olmam senin piç olmadığın anlamına mı gelir?" diye sordum, hiçbir şey diyemedi, sustu kaldı zaar.
- "Sen ona bakma canım. Anlayışsız o. İnsan değil! Ha buz dolabı ha Mahmut, bir fark yok." diyerekten isminin Mahmut olduğunu öğrendiğimiz tıfılı itin götüne soktu Ahsenciğim, sonra da çıkarıp ona döndü: "Hadi sen odaya git. İzleme aşk filmi falan. Git odaya iddaa kuponu doldur. Defol!" diyerekten bir daha soktu. Hadi tıfıl, siktir git! Yalnız bırak bizi. Ha-ha...
Biz salonda filmi izlerken Tıfıl Mahmut ha bire saçma sapan bahanelerle salona gelip duruyordu. Yok iddaa programını unutmuş, yok salonda tükenmez kalem var mıymış, yok birasını bitmiş de bira alacakmış, yok karnı acıkmış da bir ekmek arası yapacakmış... Herkesi kendisi gibi sanıyor pezevenk; kontrol ediyor aklı sıra. Ben ilk günden yavşar mıyım lan kıza? İT!

***


Film bittiğinde, filmden dolayı mı yoksa biradan dolayı mı bilmiyordum ama başım dönüyordu. Filmden dolayı olma ihtimali de vardı çünkü film çok tuhaftı. Resmen baş döndürücüydü: Nişanlı olan bir adam var. İş yemeğindeyken benim bir telefon etmem lazım diyip kalkıp telefon kulübesine gidiyor fakat kulübe dolu. Kulübe camlı falan da değil, içerdeki hatun görünmüyor, sadece sesi geliyor. Adam sesi duyunca deliriyor hemen kulubeye giriyor ama hatun çoktan gitmiş. Sonra pat diye adamın geçmişini göstermeye başlıyorlar. Sesini tanıdığı hatunla tanışmalarını, çıkmaya başlamalarını falan. Adam sesin sahibini ararkan olaylar gelişiyor başka bir hatunla tanışıyor, ama eski sevgilisinin olduğunu düşündüğü evde tanışıyorlar. Yeni hatunun adı eski hatunla aynı. Buralarda bir yerde koptuk biz filmden. Ahsenciğim çok hoşsohbet vesselam. Filmi izlerken bir anda başladı anlatmaya. Bir bir döktü Mahmut'un yediği bokları. Teselli falan ettim ben bunu: Değmez dedim böyle adamlara, değer vermeyeceksin böylelerine falan. Ağzıma geleni söyledim. Bir daha öptü. O öptükçe ben de verdim odunu.

Bilirsiniz, bu dertleşme denilen şey sırayla yapılıyor. Baktım sustu Ahsenciğim bu sefer ben başladım. Tabii ki Kaya'dan bahsettim. Normalde çok iyi olduğumuzdan, ama bir anda değiştiğinden, benden bir şeyler gizlediğinden bahsettim. Ahsen de "belki ailevi problemi vardır, belki de okulla falan? Düzelir yakında... " Gibi teselli cümleleri kurdu, "Hayır Ahsenciğim" dedim(Belki de dememişimdir. Sarhoştum, hatırlamıyorum. Veya sarhoş olduğum için demişimdir. Yoksa ilk günden olmaz böyle...), "okulla, aileyle alakası yok. Önceden en mahrem şeyleri bile açardı bana. Mesela bir kezinde 'Pipimde tüy çıktı!' deyip pat diye açmıştı pipisini. Pipi dediğin şey mahremdir. Öyle herkese gösterilmez, anca amcalara falan... Yani beni arkadaştan da öte bir şey gibi görüyordu, amca yeğen gibiydik biz. Ama değişti. Çok değişti." O da teselli amaçlı cümlelerden biraz daha kurdu ama sıkılmıştım muhabbetten, filme devam etmeyi teklif ettim( Tekliflere ufak ufak başlamanın yerinde bir karar olduğunu düşünmüştüm...) kabul etti. İşte bundan sonra başım dönmeye başladı.

Bu ikinci hatun meğerse asıl çocuğu da asıl çocuğun eski sevgilisini de önceden tanıyormuş. Hem de daha çıkarlarken, bu çocuğa aşıkmış. Oyun oynamış bunlara, ayırmış falan. Bir dünya oyun. İlk sahnelere geri dönmeye başladı film. Bir ilk sahnelerden bir de bugünden bahsetmeye başladı. İkinci hatunun yaptığı oyunlar ortaya çıktıkça "aa o, bu muymuş", "hassiktir ya" gibi cümlelerle filmin başını düşündükçe kaybettim kendimi.

Sonra bir baktım saat 16:57. Babamların eve gelmesine üç dakika var. Eve geldiğinde beni bulamazlarsa annem çıldırır. Hemen eve gitmem gerekiyor diye düşünüp fırladım ayağa. Ama sonra vazgeçtim gitmekten. İlk günden ana kuzusu imajı çizmek pek hoş olmazdı. İlk günler çok önemlidir. Bir beş-on-on beş dakika daha oturmalı otururken de gitmek için bir bahane bulmalıydım. Başım dönüyordu ve aklıma bahane falan gelmiyordu. Öyle mal mal oturmak da olmazdı bittabii. Ahsenciğimle kitaplardan konuşmaya başladık. Ben Chuck Palahniuk'tan Hakan Günday'dan İhsan Oktay Anar'dan ve de Oğuz Atay'dan( Tamam, anılık. Kabul, bunu hava atmak için söyledim. ) hoşlandığımı söyledim. O da Murat Menteş'i Alper Canıgüz'ü okuyormuş. Sonra da Oğuz Atay'ı kendisinin bile pek anlamadığını benim yaşımda bir çocuğun onu nasıl okuyabildiğini sordu. Eğer yaşıma gönderme yapan bir soru soran başka biri olsaydı tabiri caizse sıçardım ağzına ama Ahsenciğimin ağzına sıçmadım. Ve fakat keşke sıçsaydım.... Allah kahretsin! Dedim ki: "Sarışın kızların Oğuz Atay'ı anlaması beklenemez zaten!" Allah kahretsin anılık! Kırdığım pota bakar mısın... Bir anda Ahsenciğimin bakışları değişti. Ne dese haklıydı ama sağolsun Tıfıl Mahmut odadan çıkıp kurtardı beni:
- "Beş yaşında bir çocukla kitaplardan konuştuğuna bakacak olursak Oğuz Atay okuyamam normal gibi... Okuma yazma bile bilmiyor." hınzırca gülümsedi. Fırsat bu fırsattı, bunu kullanıp hemen eve kaçmalıydım. Ahsenciğimin gönlünü daha sonra alabilirdim nasıl olsa. Ama eve geç kalırsam, annem... Bir hışımla fırladım yerimden. İşaret parmağım Tıfıl Mahmut'u gösterir vaziyette:
- "Gerizekalı aptal! Okuma yazma bilmiyormuşum, Allah'ın tıfılı! Burada kaç saattir alt yazılı film izliyoruz, o kadar aptalsın ki hala okuma yazma bilmediğimi düşünüyorsun! " Ayağa fırlamam ve bu cümleyi bitirmem bir kaç saniye sürmüştü ve şaşkın şaşkın bana bakıyorlardı. Hemen fırladım dışarı. Normalde apartmanın merdivenleri düzdür kolaylıklıkla inilip çıkılır fakat bugün Harry Potter'daki sihirli merdivenler gibi bir sağa bir sola haraket ediyorlardı. Duvarla yaslanarak aşağıya indim. Fuck! Bir türlü anahtarı deliğe sokamıyordum. Ses çıkarmamam gerekiyordu. Eve sarhoş bir şekilde döndüğümü görmemeliydi annem. Bir ara apartman boşluğundan bir ses geldi, tanıdık bir ses "Şennur" demişti sanki. Hemen kafamı merdiven boşluğa uzattım. Ha-ha... Babamlar daha yeni geliyorlardı ve annem yine babamın kafasını ütülüyordu. Şennur Teyze muhabbeti neydi? Dinlemeliyidim...
- "...Ya yok mu hani? Şennur? Çocuğu var, Kaya? Hani Orhan'ı alıyor gündüzleri?"
- "Haa!.. Tamam, ee?" Bir sus be kadın tınısı...
- "İşte onla konuştum da sabah, oğlan okulda bir kıza mı ne tutulmuş. Dersleri falan boşlamış hep. Diyorum ki Orhan'ı o okula göndermeyelim. Orhan'ım kanmaz o şırftılara gerçi de... Belli olmaz yani?"

Allah kahretsin! Fuck! on kere, yüz kere, bin kere, onyüzbin kere fuck! Bir kız içinmiymiş şimdi tüm bunlar? Başım daha da dönmeye başladı. Sesi mesi dinlemeden açtım kapıyı attım kendimi odaya. Düşünebiliyor musun anılık! Bir kız için? Annemin dediğine de bak! Ben kanmazmışım! Ben insan değil miyim lan! Ben sevemez miyim! Nyse anlık.. Bneim bal-m dönüyoor.. Sağlckla kal.

minik piçin notları #4



Bir çırpıda kaldırıyor elindekini. İstemsiz olarak ellerini ve de beraberinde elindekini arkasına götürüyor, ardından selamlıyor bizi kendine sakinmiş süsü vererek. "Merhaba" diyorum, aynadaki yansımayı tersten okuyabilecek kadar zekiyim çok şükür; "Bu...llll..va...rrr...Bulvar!". Çüküyle oynaşırken annesine yakalanmış erkek çocuğu misali yüzü kızarıyor altmışlık Ahmet Bakkal'ın.

- "Nasılsınız çocuklar? Ben de gündemi takip ediyordum gazeteden."
- "İyilik güzellik, nolsun be Ahmet amca. Biraz çocuk işleri, biraz büyük işleri.. Uğraşıyoruz."
- "Heheh."
- "Eee gündem nasıl bari? Balyoz'a ek olarak matkap falan mı eklenmiş nolmuş? Hehe...ehere.."

Matkabı da Hababam Sınıfı'nın revize edilmiş halinden biliyorum, kızlarla çok takılan bir eleman vardı, onun lakabıydı Matkap. Kızlı mızlı şeylere dair bildiğim tek argo matkap zaten. Büyüklerle muhabbet ederken kızlı şeylerden çok bahsetmek lazım, argo da katmak lazım, o zaman çok gülüyorlar, seviyorlar seni. Laf çarpıtmışım gibi sinirlendi ama Ahmet Bakkal. Anlamadım, zaten zor büyükleri anlamak. Çabucak aldık baharatlı Lays'le kolaları, yerimize doğru yola koyulduk.

Geçen gün, enteresan tavırlar sergilediği için, derdini öğrenmeye çalışıyorum Kaya'nın. Fakat, mevzuya nasıl girsem bilmiyorum. Okuldan açıyorum muhabbeti o yüzden. Okula gitmediğim için, sadece o konuda büyüklük taslayabiliyor Kaya, dolayısıyla isabetli bir karar okul muhabbeti "Okul nasıl gidiyor?". Bir başlıyor derslerin zorluğundan, yaptıkları yaramazlıklardan çıkıyor gülerek. Okul konusunu açtığımda bu kadar eğlendiğine göre, sıkıntısının sebebi okul veya onunla alakalı birşey değil.

Konuyu değiştirmek amacıyla "Annem selam söyledi Şennur teyzeye" diyorum. Acaba ailevi bir problemi mi var? Gayet normal bir şekilde, selamı ileteceğini söylüyor. İki denemenin ikisi de yanlış... Okul değil, ev değil, başka ne olabilir o yaştaki bir çocuğun sıkıntısı allasen? "Çocukları topla da maç yapalım bir ara, epey oldu yapmayalı" dememle kolasını kafasına dikip bitirmesi bir oluyor. E malum, nevale bitince kalkmak durumundayız, çakala bak. "Dur" diyorum, "geliyorum şimdi".

Ahmet Bakkal'ın sinirli olmasını fazla umursamadan, iki kola, bir Lays bir de ucuzundan susamlı bisküvi alıp hemen yanına dönüyorum.
- "Anlat bakalım"
- "Ne? Ne anlatayım oğlum?"
- "Hani çocuklardan bahsedince böyle bir triplere girdin, eve doğru yollanmaya çalıştın ya. Onu diyorum işte."
- "Ya git işine Orhan, ne saçmalıyorsun sen?"
- "Ha şimdi saçmalıyor oldum öyle mi? Lan ben senin en yakın arkadaşın değil miyim? Anlat hele bi derdini..."
- "Yok derdim falan.. Off!"

Yeni ergen gibi oflamalar puflamalar.. Hiç hayra alamet değil bu. Var işte bir sıkıntısı, doğru tahmin etmişim. Kolayı eline alıp kalkıyor. Dur mur diyorum, ödevlerini bahane edip gidiyor eve. Oflama sırası bende şimdi. Ben o kadar dırdırını çekeyim babamın beş milyon para almak için, sırf konuşalım edelim Kaya'yla diye, şunun yaptığına bak! O kadar abur cubur ne olacak şimdi? Eve götürürsem annem yine başlayacak "Yeme öyle sağlıksız şeyler, bak onlar kanserojen madde içeriyor bir ton. Kim bilir ne tür yağlar kullanmışlardır yaparken..." diye, delirtecek beni. Ulan sen değil misin, kızartma yağını onbeş yıllık kızartma tenceresinde saklayıp elli posta patates kızartan? Sonra neymiş, ne tür yağlar varmışmış, kaç kere kullanılmışmış... Kanser manser kem küm... Sanki yedirdiği domatesi saksıda yetiştiriyor! Onda da yok mu ellisekizmilyon çeşit kimyasal madde, bre şuursuz panda? Mecburen oturup yiyorum alayını, Kaya'sız Kaya'sız...

Az önce geldim eve, tıka basa doluyum. Hem karnım, hem zihnim... Göt Kaya! Of be anılık, biz nasıl en yakın arkadaşız?

minik piçin notları #3



İşten gelmiş gazetesini okuyor. İş yorgunluğunun üstüne bir de balyoz muhabbetleri bindi, eğer şimdi istersem, yerim paparayı. Bu gün Salı olduğuna göre saat sekiz dedim mi geçecek televizyonun başına Geniş Aile midir nedir onu izlemeye başlayacak. O, osura osura gülmekle meşgulken isterim hemen, arada kaynar diye düşünerekten bekleyeceğiz birkaç saat daha.

Sayılı zaman çabuk geçermiş. Hah! Yesinler… Einstein gibi bir üstat zaman görecelidir dedikten sonra bizim bu atalarımız ne bok yemeye açmışlar ağızlarını anlamıyorum. Bir işe yarayacak ya başlamak bilmedi meret. Bir ara internetten kanalın numarasını bulup aramayı; "Saat kaç oldu, hala yayınlamıyorsunuz amına koyduğumunun dizisini! Yeter lan! Başlasın artık!" diye en içten dileklerimi sunmayı bile düşündüm ama saate baktığımda hala akrep de yelkovan da yedinin üstündeydi. Neyse ki başladı. Babam da oturdu karşısına gözünü kırpmadan izliyor. Bu tuhaf cücüklü çocuk; Cevahir... Hayat denen karıda kalmaya karar veriyor, emir eri Ulvi’ye "Hayat’ta kaldığımı kimseye söyleme lan!" diyor. Ulvi malı da "Öldü mü diyeyim Cevo?" dediği anda babam başlıyor gülmeye. Fırsat bu fırsat atlıyorum hemen:

- "Baba…"
Hala gülme krizinde: "Ha-Ha-Hu-Hi"
- "Ba-Ba…"
Cevabı kesin: "Zu-Ha-Hu-HA!"
Sinirlenmeye başlıyorum: "BaAa-BaAa!!"
- "Ne? Ne oldu?" diyor dudağının kenarındaki salyayı silmeye çalışırken.
- "Beş liraya ihtiyacım var benim."
- "Neden? Ne yapacaksın?"
- "Maaşını alırken devlet de sana bu soruyu soruyor mu?"
- "Devlet dediğin bir şahıs değil ki. Hem zaten ben maaşımı bankadan çekiyorum." İlla ki çokbilmişlik yapacak. Kimin babası!
- "Güzel… O halde izin ver de, ben de parayı alırken bu soruyu duymak zorunda olmadığım bir yerde iş bulayım…"
- "Ne? Necla halan gibi çalışmak mı istiyorsun yani?"
- "Hayır! Beş lira istiyorum. Verecek misin?"
- "Ne yapacaksın?"

Sorusunun cevabını alamayacağını biliyor. En azından kendisinin ne kadar inatçı benimse ondan en az iki-üç-beş kat inatçı olduğumu biliyor da neden hala işi yokuşa sürüyor anlamıyorum. Tamam, evinreisibenimcilik, bendenhabersizhiçbirbokyapılamazcılık oynamak güzel de ben de insanım en nihayetinde!

- "Sorumun cevabı bu değil."
Daha fazla diretmiyor. Sol elini kolçağa destek edip götünün sağ lobunu kurtarıyor koltuktan. Cüzdanı çıkarıp; elliliklerin, yirmiliklerin, onlukların, beşliklerin seks partisini bölerekten en içlerden bir beşlik çıkarıp uzatıyor. Adabımuaşeret namına Hint Fakiri bir babaya sahibim. O kadar parayı gösterdikten sonra tam istediğim meblağı veriyor saygısız. Neyse… Bu da görecek işimi.

Kaya'yla yarınki görüşmemiz uzun sürebilir. Son görüşmemizde tuhaftı biraz. Mutluydu gibi. Ama değildi gibi de. Tuhaftı işte. "Ne bu halin?" diye sorduğumda da bir yanıt vermedi. Direttim yine vermedi. Bizim aramızda bir kural var. Ne bir yerde yazılı bu kural ne de aramızda konuşmuşluğumuz var bunu. Ama kolayla cips bittiği anda konuşma da bitiyor. Kalkıyoruz hemen mal mal dönüyoruz eve. Bu sefer öyle olmayacak. Nevale bittiği gibi gidip yenilerini alacağım ve konuşturacağım onu.

-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-

Sabah saat on sorumlulukları olan insanlar için çok önemli bir zaman dilimidir. Sıcak yataklarını bırakıp işe, okula veya artık ne bok yiyorlarsa oraya giderler. Fakat beş buçuk yaşında ve anne babası çalışan bir adamsanız sabah saat on sadece sabah saat ondur.

Yine her zamanki gibi annem tarafından "sabah yapılan kahvaltının yerini hiçbir şey tutmaz" felsefesiyle sabahın köründe kaldırıldım. Kahvaltıda zorla bayat ekmek yedim. Bu muhabbeti de anlamıyorum anasını satayım. "Önce bayatları yiyelim, tazeleri sonra yeriz" diyor annem. Trajik olansa biz bayatları yerken taze ekmekler de bayatlıyor. Ve annemin yüzünden yıllardır bayat ekmek yiyoruz. Fak (İngilizce Allah kahretsin demek)! Babamlar saat dokuzda çıktılar ve evde yapayalnız kaldım. Normalde vurur kafayı yatar, Kaya’nın okulunun bitmesini beklerim ama bu sefer bu imkânsız bir şey! Üst kata birileri taşınıyor. Çok da beceriksizler. Tak! Tak! Kafam sikildi resmen. Ben gürültüye falan gelemiyorum. Sinirleniyorum, başım falan ağrıyor. Sinirlerimi yatıştırır umuduyla gittim misafir odasına babamın misafirler için hazır tuttuğu Marlboro’lardan yaktım bir tane. Midem bulanana kadar yarısını falan içtim. Yediği dayağın üstüne uyuya kalan çocuk gibi odadaki kanepede uyuya kalmışım sonra. Kalktığımda saat öğlen on ikiye geliyordu. Kaya okuldan ikide geldiğine göre daha iki saatim vardı. Ben de sana olanları yazayım dedim anılık. Şimdi saat bir buçuk olduğuna göre süre bitti. Kaya’ya gidip sorguya çekmem, bu enteresan tavırlarının sebebini öğrenmem lazım. Görüşmemek üzere sağlıcakla kal…

minik piçin notları #2



- "Şennur teyze, merhaba"
- "Merhaba canım, nasılsın?"
- "İyilik nolsun. Pazar pazar, annem yine evi temizliyor da, canım sıkıldı. Kaya'yla görüşebilir miyim?"
- "Tabi canım, veriyorum. Selam söyle annene. Kayaaaaaaaa!?"
...
- "Hah, noldu?"
- "Sana da merhaba, ben iyiyim sağol, naber yaa? İnsan bi hal hatır sorar göt!"
- "Of be oğlum, naber iyi misin heheh?"
- "İyi iyi, sağol. Annem yine temizlik yapıyor anasını satayım. Dışarı çıkalım mı biraz? Bişeyler yaparız hem?"
- "Tamam, ben gelir alırım seni birazdan. Matematik ödevim var yalnız, 15 tane problem çözecekmişim, öyle dedi öğretmen."
- "Tamam, getir ödevini de."

En yakın arkadaşım Kaya. Beraber çok şey yaparız; gezeriz, tozarız, kızlarla uğraşırız falan. Evde olmadığım zamanlarda, hep Kaya'yla beraberimdir. Aşağı mahalledeki Şehit Teğmen İhsan Koru İlköğretim Okulu'nda okuyor. 3. sınıfta, bir nevi abi gibi bana. Sürekli okulu, öğretmenleri, zorlukları falan anlatıyor. "Hayata hazırlıyor" kendi deyişiyle beni... Anlattıkları ne kadar doğru bilemiyorum fakat, hayata hazırladığı doğrudur. Ders 1: Herşeyin bedeli vardır. Anlattığı herşeyin, benimle geçirdiği zamanın bedeli var; ödevleri...

Aslında hepsi benim suçum. Benim ve şu koca çenemin. Hayat Bilgisi ödevini yaptığı sırada, bana dönüp "Ya Cumhuriyet ne zaman ilan edilmişti?" diye sorduğunda "Tarihten anlamıyorum ben. Fizik, matematik falan olsa yardımcı olurdum ama..." demeseydim böyle bir duruma düşmeyecektim. Hayat Bilgisi dersi gören birine ne bok yemeye tarihten, fizikten bahsederim ki? Bildiklerimi kendime saklamayı öğrenmem lazım. En azından, söyleyeceklerimi tartmadan konuşmamayı öğrenmem lazım. Yoksa daha çok işler açarım başıma.

Zil çaldı, Kaya olmalı gelen. Annem, elektrik süpürgesinin sesinden duymuyor kapının zilini. En sevmediğim durumlardan birinin tam ortasındayım yine. Kapıyı açamam, küçük (!) olduğum için yasakladılar kapıyı açmamı. Anneme gidip kapıyı açmasını söylersem, bir ton dırdır edecek yine "O kadar işimin arasında bir de kapıyı mı açayım? Sen açsana.." diyecek. İki ucu boklu değnek işte. Çok seviyorum bu sözü, geçen hafta Kaya'dan öğrenmiştim. Çok süper lan, durumu çok iyi anlatıyor ve de "bok" gibi bir kelime geçiyor içinde. Neyse, kapıya dönecek olursak, en mantıklısı yine süpürgenin kablosuna ayağım takılmış gibi yaparak fişi çıkartmak olacak. Yol almak lazım biran önce, yoksa Kaya gidecek. Hazırlanıyorum, hazırım, evet başlıyorum. 1...2...3! Odamdan başlayıp, koridoru geçerek, mutfağa geliyorum ama nasıl hızlıyım. Deli gibi koşuyorum. Ve işin en zor kısmı; kabloya takılıp düşmeliyim. Kabloya takılıp, yere yapışıyorum "baaamm!" diye. "Hay..." Gürültü hala devam ediyor. Uzanıp sağ ayağımı kabloya dolayarak çekiyorum kabloyu ve senkron bir şekilde başlıyorum bağırmaya "aaaahhh!". Dizimi oğuşturarak ağlıyorum, bağırıyorum avazım çıktığınca. Annem koşuyor hemen yanıma "Yine mi takıldın kabloya be çocuğum? Kaç kere söyledim evin içinde deli dana gibi koşuşturma diye ben sana?". "AAAaaAaAaaHHHhh!!!" dizim gerçekten acıyor. "Kapı çalıyor anne, beni bırak ona bak sen. Önemlidir belki" plan işe yaradı, annem kapıyı açıyor, yalnız dizim çok feci acıyor.

- "Orhaaaaaan! Kaya gelmiş, seni çağırıyor."
Orhan ne anasını satayım ya? Orhan ne?! 5 buçuk yaşında Orhan mı olur? Orhan dediğin, sakallı bıyıklı amcadır, hayret birşey. Çocuklarına böyle saçma sapan isimler veren ailelere tav oluyorum. İzmirli gibi tav oluyorum, sevmiyorum yani, sinir oluyorum. Bir de Berkecan gibi çocuk isimleri var, iyiki onlardan birine sahip değilim. "Berkecan Amca" çok eğreti duruyor, Berkecan'dan amca mı olur? Bak Şennur teyzeye, ne güzel Kaya koymuş oğlunun adını. Çocukken de gidiyor, amcayken de...

- "Aaa Kaya! Hoşgeldin :)"
Şaşırmış gibi yapmam lazım, haberim yokmuş gibi görünmeliyim. Henüz tek başıma dışarı çıkmama izin vermedikleri için sürekli Kaya gelip dışarı çağırıyor beni. Annem öyle sanıyor en azından. Montumu giyip, koşarak çıkıyorum kapıdan. Annem bağırıyor yine arkamdan, fiks nasihatler; çok koşma, terleme, terli terli su içme, yolda top oynama, eve geç kalma...

Dışarı çıkınca her zamanki gibi, arka sokaktaki Ahmet Bakkal'dan iki kola, bir de büyük boy baharatlı Lays alıyoruz. Kaya alıyor daha doğrusu. Okula falan gitmediğim için harçlığım yok daha. Ahmet Bakkal'ın yanındaki boş arazideki yerimize gidiyoruz ve başlıyorum o 15 problemi çözmeye. Sonra konuşmaya başlıyoruz Kaya'yla. Neler konuştuklarımızı bir başka zorunlu günlük tutma saatimde anlatırım. Herşeyi şimdi anlatırsam, diğer günlerde birşey anlatamıyacağım çünkü. Bu da annemin, analık hakkını helal etmemesiyle başlayan zincirleme olayları peşinde getirir... Neyse, seninle bir daha görüşmek istemiyorum bunu biliyorsun anılık, fakat görücü usulü ilişkimiz dolayısıyla yakında yine görüşeceğiz. O yüzden kaçıyorum şimdilik, Dexter'ın yeni bölümü düşmüş, onu izlemeliyim.

minik piçin notları



Öğretmenlerden oldum olası hazzetmem. Yani hazzetmem derken sevmem anlamında değil. Sikimde bile değillerdir. Nötrümdür o mesleğin erbaplarına karşı. Heyhat! Hayat sürprizlerle dolu… Annemin iş arkadaşlarından Mualla ablanın kardeşi Sedef denen o karı yüzünden nefret ettim tüm öğretmenlerden. Gerçi mantıklı düşününce kadının pek bir suçu yoktur gibi geliyor bana. Hep annemin bok yemesidir. Bilirim sırf hava atmak için över durur beni. E, durup dururken de övmeye başlamak olmaz bittabi, o yüzden demiştir kadına; Siz öğretmensiniz, bilirsiniz. Yok bizim oğlan şöyle yok bizim oğlan böyle, ne yapsak da kendini geliştirse? Hiç olmazsa okula başlayana kadar zaman geçirecek bir şeyler önerseniz de canı sıkılmasa evde?

Kadın ne kadar “Ben anlamam ufak çocuklardan, lise öğretmeniyim ben.” dese de dinlememiştir annem. Vermiştir ayarı… E, kadın da başından savmak için annemi “Günlük tutsun o zaman, hem öğrendiklerini pekiştirir hem de okuma yazmasına iyi gelir.” Demiştir. İşte birkaç gün önce geldi annem, dikildi kafama, açtı konuyu bana. Ballandıra ballandıra anlattı… Bundan böyle günlük tutacakmışım. Başımdan geçen her boku kaydedecekmişim. Hem bu sayede günlük hayatta yaptığım yanlışları da görebilirmişim. Çok yararlıymış bu iş. Yarak yararlı! Zaten mahallede entele çıkmış adımız bir de günlük tuttuğumu öğrense elemanlar, tefe koyarlar beni. Onlarla arkadaş olabilmek için neler çektiğimi bilmiyor tabii ki annem. Başta direttim. Olmaz anne uğraşamam ben dedim. Olmadı… İlle de yazacaksın günlük dedi. Zaten yazma konusunda pekiyi olmadığımı ileri sürdüm. Sürmez olaydım… “Daha iyi ya!“ Dedi, “yazın güzelleşir, hep okumakla olmaz. Yarından tezi yok başlıyorsun.”

Son çare olarak da ağlayıp zırlamayı denedim. Getirdiği kalın defteri tiftik tiftik ettim. Yırttım attım. Üzerimde, en sevdiğim kıyafet olan sweetim vardı. Hani şu Dexter denen seri katilin iş üstündeyken giydiği sweet var ya onun biraz açık renklisi. Sinir buhranı sırasında onun da yakasını falan yırttım. Kafamı falan yumrukladım sekiz-on defa. O ara şöyle göz ucuyla bir annemi kolaçan ettim. Gözleri dolmuştu. Resitalime bir son verip attım kendimi kanepeye. Gözleri dolunca sanmıştım ki ikna oldu, ama nafile… Bu sefer de o başladı. Başladı bağırmaya. “Sanki her gün bir şey istiyoruz!” Dizlerinin üstüne çöktü. “Sanki kötülüğünü istiyoruz!” Gözlerine biriken yaş bir iplik gibi akmaya başladı. “Bir anne kendi çocuğuna bile söz geçiremiyorsa…” İki aylık kocasını şehit vermiş doğulu kadınların ağıt yakması gibi melodik bir şekilde söylemişti ‘geçiremiyorsa’ kelimesini. Na’payım komik geldi bir an güldüm. Güldüğümü anlamış olacak yarıda kesti cümlesini. Gözlerini halıdan çekip gözlerime dikti. Yanaklarına kadar uzanmış gözyaşı resmen yarı yola kadar geri çekildi. Gözlerindeki hüzün yok oldu. Öfke yerleşti birden hüznün yerine. Bir hışımla yerinden kalkıp “Analık hakkım haram olsun sana!” diyerekten üstüme doğru koşmaya başladı. Yiyecektim köteği yine. “Tamam!” Diye bağırdım, “Tamam, kabul, yazacağım.”

Hayır! Kesinlikle bir ödlek olarak addetmeyin hemen beni. Dayaktan korktuğum için falan kabul etmedim. Tanıyorum annemi. Eğer “Analık hakkım haram olsun sana!” demişse sıçmıştım ben. Hemen bir patatesi ikiye bölecek, eski bir tülbentle alnına bağlayacak ve “Ahh… Başım ağrıyor… Ahh… Kıçım ağrıyor…” diye dolaşacaktı bütün gün evde. “Beeyy!! Bir doktora götür beni. Bu halde işe falan gidemem ben… Rapor versin bana. Ahh…” diyecekti babama. Sonra birkaç hafta evde bütün gün baş başa kalacaktım annemle. Beni gördükçe bir bok böceğine bakar gibi bakacaktı suratıma. Dışarı salmayacaktı. Su isteyecek, götürdüğümde ise “Çok soğuk bu! Anneni öldürmeye mi çalışıyorsun sen! Kastın mı var bana!” diye inleyecekti. İşte bu yüzden kabul ettim. “Ama” dedim, “günlük tutmam, kafama göre aklıma gelen anılarımı yazarım. Tamam?” Kabul etti. Hemen gidip yeni bir defter alıp geldi. Ben de ilk anım olarak bunu yazdım işte sevgili anılık. Haydi görüşmemek üzere kal sağlıcakla.